Son zamanlarda çok sıklıkla ‘insanlık’ hakkında bir şeyler duyduğumu, okuduğumu ve buna bağlı olarak da sorguladığımı fark ediyorum. Sanırım sizler de benzer bir durumdasınızdır.. Nasıl olmayalım ki? Hemen hemen her gün görsel ve yazılı basında “insanlık dışı olay/ insanlığa aykırı/ insanlık kayboldu…” gibi manşetler altında, insanın kanını donduran, dehşete düşüren, ürküten, korkutan bazen de midesini bulandıran haberler izliyor veya okuyoruz. Annesi ile parkta oynamaya gidip, sırtından vurulan altı yaşında bir çocuk, çocuk yaşta tecavüze uğramış ve kürtaj olmak isteyen hamile bir genç kadın, yabancı bir vatanda yaşayabilme umuduyla balık istifi gibi teknenin içine kilitlenmiş ve denizde boğulan atmışın üstünde insan, patlayan bombalar ile can veren onlarca genç, kendinden boşanmak istemeyen kocası tarafından sokak ortasında boğazı kesilen bir kadın…. Komşu ve diğer ülkelerde yaşananları ise hiç saymıyorum… Sürekli korku filmi izler gibiyiz, hatta izlemeyi geçtik, filmin sahnesinde her an yer alabilir konumdayız… Para, güç, toprak, devlet, din adına veya kıskançlık, hırs, öfke gibi yoğun duygularla vahşet ve canavarlık kol kola girmiş, ‘insan kılığında’ elini kolunu sallayarak geziyor…“EY İNSANLIK NEREYE?” diye bağırmak istiyorum.
İnsanlık nedir? Sorusuna cevap olarak, Türk Dil Kurumu Sözlüğü şu tanımlara yer vermiş: İnsanın değerini, saygınlığını veren öz, insana yaraşır yaşama ve düşünme ilkesi, insaniyet, insanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi, insanı sevme, insan sevgisi, insancıl olma…
Yukarıdaki tanımlardan her biri üzerine ciltler dolusu bilgiler, tanımlar, yaklaşımlar bulmak, okumak mümkün, elbette yeniden yazmak da.. Peki bu tanımlar günümüzde aynı anlamını koruyor mu? ‘İnsanlık’, tarihinden bu güne nasıl geldi ve bugün, ‘insan’ nasıl bu kadar ‘insanlık’ dan uzaklaştı? Bu tarihsel süreci anlamak ve de doğru yordayabilmek için tarih, siyaset, ekonomi, psikoloji, sosyoloji, nöroloji, teknoloji ve aklımıza gelen tüm bilimler ile inanç sistemleri üzerine çok yönlü bilgiyi bir araya getirmek gerekir ki, ne kadar okunsa, yazılsa yine de pek çok alan eksik kalabilir. İnsan denilen varlık, varoluşu ve taşıdığı özellikler ile, ciltlere sığmayacak kadar, büyük ve karmaşıktır…
Tahmin edilen insanlık tarihi MÖ 50.000 yılına kadar uzanır. Canlıların ve insanların yeryüzünde varoluşlarına ilişkin çeşitli yaklaşımlar, bilimsel açıklamalar ve dogmatik inanışlar vardır. Hangi yaklaşıma inanırsanız inanın, insan olarak anılan canlı varlık, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin en akıllı canlısıdır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özelliği aklı ve yetenekleridir.
İnsan, düşünmeye erdiği süreçten beri, çevresinde oluşan hareketleri ve bunların nedenlerini, üzerinde yaşadığı dünyayı, güneş sistemini ve tüm evreni algılama yolunda sürekli çaba içerisinde olmuştur. Bedeni ile başaramadığı işleri, yarattığı aletlerle yapabilmek için çalışmıştır. Alet yapma yeteneği, insanı diğer canlılardan ayıran önemli diğer özelliğidir. Bu özelliği sayesinde insanoğlu, doğanın çetin koşullarına karşın yeryüzündeki var oluşunu ve gelişimini sürdürebilmiştir.
Günlük yaşamsal ihtiyaçları doğrultusunda akıl ve mantığını kullanarak yeni keşifler ve icatlar gerçekleştiren insan, teknoloji kullanımında bugün, tüm evrene hakim olmak yolunda, şaşırtıcı bir noktaya gelmiştir. Gelişimin sürekliliği kaçınılmaz ve de insanın yapabilirliliğinin göstergesi olarak gurur verici olduğu kadar, teknolojiyi üretmek ve kullanımdaki ‘iyi niyet’in, kişisel ve toplumsal çıkarlar uğruna ‘ard niyet’e dönüşmesi, insanlığın en büyük tehlikesi olmuştur.
Teknolojik gelişmeler ile insan, Mehmet Akif ERSOY’un İstiklal Marşı’nda yazdığı, 'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? a dönüşme yolunda ilerlerken; binlerce yılda yarattığı medeniyeti kendi elleriyle birkaç saatte sonlandırmaya doğru gitmektedirL
Peki ne olmuştur da, insanlık bu noktaya gelmiştir? Kendi açlığını gidermek için ürettiği oku, başkalarının yiyeceğine sahip olmak, avını pişirmek için keşfettiği ateşi, sırf daha fazlasına sahip olma, olan ile yetinmeme, kendinden görmediğine yaşam hakkı tanımama gibi pek çok nedenle başkalarını yakmak için kullanır olmuştur…
Tarihte ilkçağ, insanın doğa ile yoğun mücadelesi olduğu süreçtir. Bu çağın devamındaki antik çağ olarak adlandırılan MÖ 700 - MS 500 yılları arasında araştırıcılık, felsefe, keşifler ve icatlar ön plana çıkmıştır. Gerçek bilimin henüz var olmadığı bu dönemde düşsel tasarımlara ‘bilim’ adı verilmiştir. Tanrıların, Evrenin ve insanın yaratılışı üzerinde felsefî anlamda düşünce üretilmiştir. Yunan filozofları, Evrenin oluşumunu tabiat olayları ile araştırmışlardır.
Antik çağ boyunca araştırılan, “insanın nereden geldiği” sorusuna tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile bir cevap bulunmuştur. Bu bulunan cevap, araştırmaktan yorgun düşen insanın büyük tek bir varlığa teslimiyeti olmuş ve ortaçağ boyunca düşünce, yerini inanışa bırakmıştır. Çıkış noktası, insanın insanca değerlerini ortaya koyabilmesine ışık tutmak olan bu inanç sistemleri, bir süre sonra insanoğlunun güç elde etme, yönetme hırsına yenik düşmüş ve Ortaçağ, din ve tanrı adına, ‘inançlar’ üzerinden ilk toplu cinayetlerin başlangıcı olmuştur.
İnsanlık, Ortaçağın din toplumuna dayanan toplumsallık bilincinden, bireysellik bilincine Rönesans ile geçmiştir. Özellikle sanatçıların bireysel çabaları ile dogmalara dayalı düzen çökmüş ve dünya bugünkü medeniyetin başlangıcı olan ‘aydınlanma çağı’nı yaşamaya başlamıştır.
Doğayla ilgili her türlü araştırmanın gözlem ve deneye bağlı olması gerektiği savunulduğu, olaylara bilimsel yöntemle bakılmaya başlandığı için Rönesans, insanlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yeniden insanın, ‘insanca’ yanlarını keşfetmesi, öteki dünya yerine bu dünya için yaşamayı seçmiş ve din kardeşi olarak değil de, insanca yaşama hakkını arayan bir birey olarak topluma katılmak istemesi açısından ayrıca önemlidir. Ne yazık ki o bilinç ve ruhun bozulması, bugünkü ‘insanlık’ dan uzaklaşmanın en temel tehlikeli noktalarındandırL
Rönesans ile birlikte, batı toplumunda serbest girişimcilik de gelişmeye başlamış, bir süre sonra sermaye birikimi oluşmuştur. ‘Endüstri Devrimi’ olarak adlandırılan süreçte, atölyeler bazında yapılmakta olan bir üretimden yavaş, yavaş fabrikalara doğru geçilmiş, toplumsal yaşamda büyük değişiklikler oluşmuştur. Oldukça kalabalık bir çoğunluk, tarımsal alandan koparak kentlere göç etmişler, merkezlerde toplanmaya başlamışlardır.
Endüstrileşmiş büyük metropollere kırsal kesimden göç yüzyıllar boyu devam etmiştir ve de hala devam etmektedir. Toprağa bağlı yaşamaya alışmış topluluklar kentlerde yapay bir dünyada yaşamaya zorlanmışlardır. Kültürel farklılıklar, yaşam standartlarındaki ani değişimler, eğitim, iş ve kazancının paralel gitmediği ekonomik çarpık gelişimler, insanın yeni şartlar altında değişen ve artan ihtiyaçları, ‘hep daha fazlasına/ iyisine’ yönelik bitmez bilmeyen içsel dürtüleri, sahip olduklarını kaybetme korkusu, ‘insanlık’ için tehlike çanlarının çok ciddi çalmaya başladığı süreçlerdir. İnsan Rönesans ile kazandığı ‘bireyselleşmeyi’, endüstrileşme sürecinde ‘bencilleşmeye’ terk eder olmuştur ki, bence ‘insanlık için çok önemli bir tehlike işte burada ortaya çıkmıştır.
Elde edilen sermaye, yaşam standartları, bilgi birikimi ve teknolojik gelişmelerle yaşam koşulları gittikçe iyileşirken; dengeler de değişmeye başlamıştır. Daha üst seviye teknolojiye sahip olmak, ‘güç’ sahibi olmak anlamına gelmiş ve bu ‘zayıf’ olana/ kalana tehdit oluşturmuştur. Tehdit altında kaldığını hisseden bireyler ve de ülkeler de doğal olarak, başka ‘güç’ dengeleri oluşturmaya, ekonomik çıkarlar için ittifaklar kurmaya veya bir din gibi, ırk gibi ‘güç’e sığınmaya çalışmışlardır. Bu durum karşılıklı bir savunma ve sürekli soğuk savaş ortamı yaratmıştır, bu süreçte ‘insanlık’ başka bir yara almıştır, “ya bendensin/benimsin/ benim yanımdasın, ya da yok ol”
Teknolojik gelişme, makineleşme ve üretimin hızlı temposu ile insan, günlük yaşamın çarkında dönüp dururken; duygularından, değerlerinden, yakın/sosyal ilişkilerinden hatta kendinden uzaklaşmış, daha çok başarı, daha hızlı yaşam, daha çok üretim ve tabiî ki daha çok tüketim gibi bir yarışa girmiştir. İnsanı ‘insan’ yapan duygusal ve manevi değerleri yaşayamayan insan, “kimim ben? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? …” sorularını sorma ihtiyacı duymaz ve de cevaplarını bilmez, robotlaşmış bir nesneye dönüşür olmuşturL
Yukarıda sıralamaya çalıştığım ve de yer veremediğim pek çok etkenin üzerine, sevgisiz ve güvensiz aile, olumsuz çevre koşulları, çarpık ilişkiler, gerçek dışı inanışlar, yoksulluk ve de cehalet eklendiğinde, içinde yaşadığımız insan aklının ürünü olan ‘bilgi çağı’, insanlık tarihine, maalesef, ‘yok etme ve kazanma’ senaryolarıyla, ‘insanlığını kaybetmiş bireyler ve toplumların varlığının yaşandığı çağ’ olarak geçecektir.
Aslında niyetim, insanın doğasında olan saldırganlık ve şiddeti yazmaktı. Tarihsel süreçten bahsetmeden, o iki konuya girmek eksik başlangıç olacak gibi geldi ve ben, kendimi sınırlandıramadımL. Sonraki bir yazıda kaldığım yerden devam edeceğimJ
‘Eli testereli sevgili’, ‘bıçaklı koca’, ‘silahlı maganda’, ‘trafik canavarı’ ve ‘canlı bomba’ lar, hepimiz için toplumsal büyük bir tehlike. Sanırım siz de benimle aynı görüştesiniz…Bu tehlikeyi engellemenin yolu, insanın yaradılışında var olan ‘iyi ve olumlu’ değerleri yeniden vurgulamak, ortaya çıkartmak ve de ‘ insanlık’ için evrensel değerlere, insani ihtiyaçlara önem vermektir. Bu ülkede yaşayan bir kadın, anne ve eğitimci olarak benim hala umudum var, olmak zorunda.
Hep birlikte yeniden, ‘insana yaraşır, insanca yaşam’ değerlerimizi gözden geçirebilir, çağın ihtiyaçlarına göre düzenleyebiliriz… Bu süreçte çok önemli rolleri olduğuna inandığım öğretmenlerimize, elbette çok büyük görevler düşmektedir. Almanya’da bir okul müdürünün, her eğitim yılı başında öğretmenlerine yolladığı bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bir toplama kampından sağ kurtulmuş bir insanım. Bilgili mühendisler tarafından yapılan gaz odaları, iyi eğitim görmüş doktorlar tarafından zehirlenen çocuklar, eğitilmiş hemşireler tarafından öldürülen bebekler gördüm.
Sizden tek dileğim şudur: Öğrencilerinize insan olmayı öğretin. Okuma yazma, yazım, tarih ve matematik, ancak öğrencilerimizin insan olmasını sağlarsa önem kazanır. Haim Ginott
‘İnsanlık’ çokça sevgi, şefkat ve saygıyla yeniden hak ettiği anlama/ değere gelecektir. Yaşamak ve yaşatmaya destek vermeniz dileklerimle…
İnsanlık nedir? Sorusuna cevap olarak, Türk Dil Kurumu Sözlüğü şu tanımlara yer vermiş: İnsanın değerini, saygınlığını veren öz, insana yaraşır yaşama ve düşünme ilkesi, insaniyet, insanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi, insanı sevme, insan sevgisi, insancıl olma…
Yukarıdaki tanımlardan her biri üzerine ciltler dolusu bilgiler, tanımlar, yaklaşımlar bulmak, okumak mümkün, elbette yeniden yazmak da.. Peki bu tanımlar günümüzde aynı anlamını koruyor mu? ‘İnsanlık’, tarihinden bu güne nasıl geldi ve bugün, ‘insan’ nasıl bu kadar ‘insanlık’ dan uzaklaştı? Bu tarihsel süreci anlamak ve de doğru yordayabilmek için tarih, siyaset, ekonomi, psikoloji, sosyoloji, nöroloji, teknoloji ve aklımıza gelen tüm bilimler ile inanç sistemleri üzerine çok yönlü bilgiyi bir araya getirmek gerekir ki, ne kadar okunsa, yazılsa yine de pek çok alan eksik kalabilir. İnsan denilen varlık, varoluşu ve taşıdığı özellikler ile, ciltlere sığmayacak kadar, büyük ve karmaşıktır…
Tahmin edilen insanlık tarihi MÖ 50.000 yılına kadar uzanır. Canlıların ve insanların yeryüzünde varoluşlarına ilişkin çeşitli yaklaşımlar, bilimsel açıklamalar ve dogmatik inanışlar vardır. Hangi yaklaşıma inanırsanız inanın, insan olarak anılan canlı varlık, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin en akıllı canlısıdır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özelliği aklı ve yetenekleridir.
İnsan, düşünmeye erdiği süreçten beri, çevresinde oluşan hareketleri ve bunların nedenlerini, üzerinde yaşadığı dünyayı, güneş sistemini ve tüm evreni algılama yolunda sürekli çaba içerisinde olmuştur. Bedeni ile başaramadığı işleri, yarattığı aletlerle yapabilmek için çalışmıştır. Alet yapma yeteneği, insanı diğer canlılardan ayıran önemli diğer özelliğidir. Bu özelliği sayesinde insanoğlu, doğanın çetin koşullarına karşın yeryüzündeki var oluşunu ve gelişimini sürdürebilmiştir.
Günlük yaşamsal ihtiyaçları doğrultusunda akıl ve mantığını kullanarak yeni keşifler ve icatlar gerçekleştiren insan, teknoloji kullanımında bugün, tüm evrene hakim olmak yolunda, şaşırtıcı bir noktaya gelmiştir. Gelişimin sürekliliği kaçınılmaz ve de insanın yapabilirliliğinin göstergesi olarak gurur verici olduğu kadar, teknolojiyi üretmek ve kullanımdaki ‘iyi niyet’in, kişisel ve toplumsal çıkarlar uğruna ‘ard niyet’e dönüşmesi, insanlığın en büyük tehlikesi olmuştur.
Teknolojik gelişmeler ile insan, Mehmet Akif ERSOY’un İstiklal Marşı’nda yazdığı, 'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? a dönüşme yolunda ilerlerken; binlerce yılda yarattığı medeniyeti kendi elleriyle birkaç saatte sonlandırmaya doğru gitmektedirL
Peki ne olmuştur da, insanlık bu noktaya gelmiştir? Kendi açlığını gidermek için ürettiği oku, başkalarının yiyeceğine sahip olmak, avını pişirmek için keşfettiği ateşi, sırf daha fazlasına sahip olma, olan ile yetinmeme, kendinden görmediğine yaşam hakkı tanımama gibi pek çok nedenle başkalarını yakmak için kullanır olmuştur…
Tarihte ilkçağ, insanın doğa ile yoğun mücadelesi olduğu süreçtir. Bu çağın devamındaki antik çağ olarak adlandırılan MÖ 700 - MS 500 yılları arasında araştırıcılık, felsefe, keşifler ve icatlar ön plana çıkmıştır. Gerçek bilimin henüz var olmadığı bu dönemde düşsel tasarımlara ‘bilim’ adı verilmiştir. Tanrıların, Evrenin ve insanın yaratılışı üzerinde felsefî anlamda düşünce üretilmiştir. Yunan filozofları, Evrenin oluşumunu tabiat olayları ile araştırmışlardır.
Antik çağ boyunca araştırılan, “insanın nereden geldiği” sorusuna tek tanrılı dinlerin ortaya çıkması ile bir cevap bulunmuştur. Bu bulunan cevap, araştırmaktan yorgun düşen insanın büyük tek bir varlığa teslimiyeti olmuş ve ortaçağ boyunca düşünce, yerini inanışa bırakmıştır. Çıkış noktası, insanın insanca değerlerini ortaya koyabilmesine ışık tutmak olan bu inanç sistemleri, bir süre sonra insanoğlunun güç elde etme, yönetme hırsına yenik düşmüş ve Ortaçağ, din ve tanrı adına, ‘inançlar’ üzerinden ilk toplu cinayetlerin başlangıcı olmuştur.
İnsanlık, Ortaçağın din toplumuna dayanan toplumsallık bilincinden, bireysellik bilincine Rönesans ile geçmiştir. Özellikle sanatçıların bireysel çabaları ile dogmalara dayalı düzen çökmüş ve dünya bugünkü medeniyetin başlangıcı olan ‘aydınlanma çağı’nı yaşamaya başlamıştır.
Doğayla ilgili her türlü araştırmanın gözlem ve deneye bağlı olması gerektiği savunulduğu, olaylara bilimsel yöntemle bakılmaya başlandığı için Rönesans, insanlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yeniden insanın, ‘insanca’ yanlarını keşfetmesi, öteki dünya yerine bu dünya için yaşamayı seçmiş ve din kardeşi olarak değil de, insanca yaşama hakkını arayan bir birey olarak topluma katılmak istemesi açısından ayrıca önemlidir. Ne yazık ki o bilinç ve ruhun bozulması, bugünkü ‘insanlık’ dan uzaklaşmanın en temel tehlikeli noktalarındandırL
Rönesans ile birlikte, batı toplumunda serbest girişimcilik de gelişmeye başlamış, bir süre sonra sermaye birikimi oluşmuştur. ‘Endüstri Devrimi’ olarak adlandırılan süreçte, atölyeler bazında yapılmakta olan bir üretimden yavaş, yavaş fabrikalara doğru geçilmiş, toplumsal yaşamda büyük değişiklikler oluşmuştur. Oldukça kalabalık bir çoğunluk, tarımsal alandan koparak kentlere göç etmişler, merkezlerde toplanmaya başlamışlardır.
Endüstrileşmiş büyük metropollere kırsal kesimden göç yüzyıllar boyu devam etmiştir ve de hala devam etmektedir. Toprağa bağlı yaşamaya alışmış topluluklar kentlerde yapay bir dünyada yaşamaya zorlanmışlardır. Kültürel farklılıklar, yaşam standartlarındaki ani değişimler, eğitim, iş ve kazancının paralel gitmediği ekonomik çarpık gelişimler, insanın yeni şartlar altında değişen ve artan ihtiyaçları, ‘hep daha fazlasına/ iyisine’ yönelik bitmez bilmeyen içsel dürtüleri, sahip olduklarını kaybetme korkusu, ‘insanlık’ için tehlike çanlarının çok ciddi çalmaya başladığı süreçlerdir. İnsan Rönesans ile kazandığı ‘bireyselleşmeyi’, endüstrileşme sürecinde ‘bencilleşmeye’ terk eder olmuştur ki, bence ‘insanlık için çok önemli bir tehlike işte burada ortaya çıkmıştır.
Elde edilen sermaye, yaşam standartları, bilgi birikimi ve teknolojik gelişmelerle yaşam koşulları gittikçe iyileşirken; dengeler de değişmeye başlamıştır. Daha üst seviye teknolojiye sahip olmak, ‘güç’ sahibi olmak anlamına gelmiş ve bu ‘zayıf’ olana/ kalana tehdit oluşturmuştur. Tehdit altında kaldığını hisseden bireyler ve de ülkeler de doğal olarak, başka ‘güç’ dengeleri oluşturmaya, ekonomik çıkarlar için ittifaklar kurmaya veya bir din gibi, ırk gibi ‘güç’e sığınmaya çalışmışlardır. Bu durum karşılıklı bir savunma ve sürekli soğuk savaş ortamı yaratmıştır, bu süreçte ‘insanlık’ başka bir yara almıştır, “ya bendensin/benimsin/ benim yanımdasın, ya da yok ol”
Teknolojik gelişme, makineleşme ve üretimin hızlı temposu ile insan, günlük yaşamın çarkında dönüp dururken; duygularından, değerlerinden, yakın/sosyal ilişkilerinden hatta kendinden uzaklaşmış, daha çok başarı, daha hızlı yaşam, daha çok üretim ve tabiî ki daha çok tüketim gibi bir yarışa girmiştir. İnsanı ‘insan’ yapan duygusal ve manevi değerleri yaşayamayan insan, “kimim ben? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? …” sorularını sorma ihtiyacı duymaz ve de cevaplarını bilmez, robotlaşmış bir nesneye dönüşür olmuşturL
Yukarıda sıralamaya çalıştığım ve de yer veremediğim pek çok etkenin üzerine, sevgisiz ve güvensiz aile, olumsuz çevre koşulları, çarpık ilişkiler, gerçek dışı inanışlar, yoksulluk ve de cehalet eklendiğinde, içinde yaşadığımız insan aklının ürünü olan ‘bilgi çağı’, insanlık tarihine, maalesef, ‘yok etme ve kazanma’ senaryolarıyla, ‘insanlığını kaybetmiş bireyler ve toplumların varlığının yaşandığı çağ’ olarak geçecektir.
Aslında niyetim, insanın doğasında olan saldırganlık ve şiddeti yazmaktı. Tarihsel süreçten bahsetmeden, o iki konuya girmek eksik başlangıç olacak gibi geldi ve ben, kendimi sınırlandıramadımL. Sonraki bir yazıda kaldığım yerden devam edeceğimJ
‘Eli testereli sevgili’, ‘bıçaklı koca’, ‘silahlı maganda’, ‘trafik canavarı’ ve ‘canlı bomba’ lar, hepimiz için toplumsal büyük bir tehlike. Sanırım siz de benimle aynı görüştesiniz…Bu tehlikeyi engellemenin yolu, insanın yaradılışında var olan ‘iyi ve olumlu’ değerleri yeniden vurgulamak, ortaya çıkartmak ve de ‘ insanlık’ için evrensel değerlere, insani ihtiyaçlara önem vermektir. Bu ülkede yaşayan bir kadın, anne ve eğitimci olarak benim hala umudum var, olmak zorunda.
Hep birlikte yeniden, ‘insana yaraşır, insanca yaşam’ değerlerimizi gözden geçirebilir, çağın ihtiyaçlarına göre düzenleyebiliriz… Bu süreçte çok önemli rolleri olduğuna inandığım öğretmenlerimize, elbette çok büyük görevler düşmektedir. Almanya’da bir okul müdürünün, her eğitim yılı başında öğretmenlerine yolladığı bir mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bir toplama kampından sağ kurtulmuş bir insanım. Bilgili mühendisler tarafından yapılan gaz odaları, iyi eğitim görmüş doktorlar tarafından zehirlenen çocuklar, eğitilmiş hemşireler tarafından öldürülen bebekler gördüm.
Sizden tek dileğim şudur: Öğrencilerinize insan olmayı öğretin. Okuma yazma, yazım, tarih ve matematik, ancak öğrencilerimizin insan olmasını sağlarsa önem kazanır. Haim Ginott
‘İnsanlık’ çokça sevgi, şefkat ve saygıyla yeniden hak ettiği anlama/ değere gelecektir. Yaşamak ve yaşatmaya destek vermeniz dileklerimle…