Tarihsici olarak değerlendirilen ekol içinde yer alan düşüncelerin (Darwin, Herbert Spencer, K. Marx, Nitzshe, M Diltlhey, H. Bergson) birleştikleri ortak nokta; tarihsel, toplumsal, biyolojik gelişmenin kişilerin grupların iradelerinden bağımsız ve engellenemez bir gelişme olduğudur. Hal böyle olunca bunu öngören kuram da bütün zamanlar için geçerli olacak bir bilim haline gelir. Örneğin tarihsel determinist yaklaşım içinde kuramın açıklayamayacağı olay ya da olgu yoktur. Kuramın aynı zamanda bir bilim olma durumu, bu dünya görüşüne sahip olanların toplumsal gelişimi hızlandırma adına, eldeki kuramı olduğu gibi, hiç bir taviz vermeden yaşama geçirmeye çalışmalarını da haklı çıkarır. Bu yaklaşım içinde sorun, kuramın yaşama nasıl bir yaratıcılıkla geçirilebileceği sorunudur. Tarihsici bir bakış açısı ile yaklaşıldığında program tümüyle yaşama dönüşmesi gereken bir reçete olmak durumundadır. Program yaşama dönüşmüyorsa sorun ya program mühendisinde yada uygulayıcılarda aranmalıdır. Zaafın kuramın (programın) kendisinden kaynaklanabileceği bu yaklaşım içinde sorgulanmaz.
20. yüzyıl Bilgi Felsefesi içinde tartışılan en önemli sorunlardan biri de ; bilgiye ulaşmada akıl mı yoksa deney mi önce gelir sorusudur. Neopozitivistler, bu soruya kesin olarak “deney” diye yanıt verirler. Neopozitivist yaklaşım içinde Deney ve gözlemle doğrulamayan her şey anlamsızdır; Bir önermenin anlamı onu neyin doğrulayacağına bağlı olarak belirlenir. Neopozitivist’e göre akıl “toplayıcıdır”, yaratıcı değildir. Yani akıl deneyin verilerini onlara yeni bir içerik katmadan toplamak ve düzenlemekle yetinmelidir.
Oysa “toplayıcı akıl”la ancak olmuş olanı anlamlandırabilirsiniz. Olmuş olandan yaşanacak olana müdahale edecek bir program çıkartmak isterseniz daha fazlasına ihtiyacınız olacaktır. Bu yaklaşımdan yola çıkıldığında bilim yalnızca görülebilen, ispatlanabilen ile yetinmek durumunda kalır. Henüz ispatlanmamış, fakat ileride doğruluğu kanıtlanabilecek olan, bu düşünceye göre “bilimsel” kavramı içinde yer almaz. Neopozitivizm böylece, kuramı bilimsel alanın dışına atmaktadır. Oysa bilimsel olanın içinde deney ve gözlemle ile ispatlanmış olanla; ispatlanabilir olan –ancak henüz ispatlanmamış olan- birlikte yer alır.
Bir programcı, programını “yaratıcı akıl”ı dışarıda bırakarak oluşturamaz. Aksi durumda bilimsellik adına bütün programları bir birinin kopyası haline getirirsiniz; programın gerçek anlamı ortadan kalkar. Gerçek anlamıyla bilimsel gelişmeyi de kadük hale getirirsiniz. Bütün bilimsel çalışmalar bir birini taklit eden, birbirini tekrarlayan etkinlikler haline gelir. Neopozitivizm bilimi inanç haline getirirken, farkında olmadan bilimsel olan ile yaşayan arasındaki ilişkiyi bir yerden sonra koparır. Oysa yaşamla ancak yaşama müdahale ederek ilişki kurabilirsiniz. Gerçek anlamda deney ve gözlemde sonuçta yaşama bir müdahaledir. Çünkü insanın kendi öznelliğini yok sayarak, yaşananı gerçekte olduğu gibi kaydetmesi mümkün değildir. O nedenle, kendinde bir gerçeklik olarak algılayıp bilimi, bilimsel olanı bir inanç haline, bir tabu haline getirirseniz; gerçek anlamda bilimsellikten de uzaklaşırsınız.
Gerçeklik, bir kere tespit edilince bütün zamanlar için aynı kalan bir olgu değil. İnsanla birlikte ortaya çıkan, insanla birlikte değişen bir olgudur. Deneysel olanla zihinsel olan arasında kurulacak denge; yaşanan gerçeklik ile yaşanmasını arzu ettiğimiz arasında kurmak istediğimiz dengede ortaya çıkar. Sadece yaşanana bağlı kalmak teslimiyettir, kendini tekrarlamaktır, sonuçta kendini yinelemektir. Yalnızca yaşanmasını arzu ettiğin peşinden gidersen; kendi tasarımını yaşayan gerçekliğin yerine koyarsan, o zamanda yaşamını bir yanılsama içinde geçirmiş olursun; sonuçta yine gerçek yaşamdan kopmuş, onunla doğru ilişki kuramamış olursun. Bu iki uç arasında kendimiz için seçtiğimiz nokta bizim öznelliğimizi yansıtır.
Karl Popper deneysel kuramların sınanması için neopozitivistlerin tersine tümevarımsal yönetim değil, tümdengelimli bir yönetimi önerir. Popper’e göre kuramın ortaya koyduğu varsayımın doğruluğu “doğrulama” yöntemi ile saptanamaz. Kuram sağlamlılığını, geçerliliğini korumak istiyorsa; kendisinin nasıl yanlışlanacağını göstermek zorundadır. Popper’e göre bilim de yanılabilir. Çünkü o da insan ürünüdür. Bilimsel bilgilerimizin hangilerinin bir gün yüzümüzü kara çıkaracağını bilemeyiz. Ancak yanlışlamacı yaklaşım şüpheci ve göreci sonuçlara da yol açmamalıdır. Çünkü insanın yanılabilirliğinin bütün bilinen örnekleri, aynı zamanda bilgilerimizin ilerlemesinin de birer örnekleridir. Hatalarımızdan korkmamalı, tersine onlardan yararlanmayı bilmeliyiz. Daha fazla bilgiye ulaşmanın yolu, ilerlememizi hızlandırmanın yolu; hatalarımızı aramamızdan, kuramlarımızı yanlışlayabilmemizden geçer.
Görüldüğü gibi Popper, varsayımlarımızı sistematik bir biçimde yalanlamayı, bir yöntem olarak öneriyor. Bu yöntemi etkili bir biçimde kullanabilmek için teorilerimizi yanlışlamaya açık bırakmak; yani onları olabildiğince çok anlamlılıktan uzak bir biçimde formüle etmek gerekiyor. Diğer yandan da mümkün olduğunca varsayımımızı ortaya koyarken onun nasıl yanlışlanabileceğinin yolunu da göstermek gerekiyor.
Program mühendisinin program düzenleme sırasında Popper’in düşüncesinden yararlanabileceği çok şey var. Bir kere programın iddia (tasarı) özelliği, karakteri Popper’in düşüncesi ile somut bir biçimde ortaya konmuş oluyor. Program ürün boyutunda mademki tasarı niteliğindedir; yani önsel olarak yaşamın içinde ne kadarının yanlışlanabileceği belli değildir. Öyle ise program esnek olmak zorundadır. Yani uygulayıcı programı uygularken yaşanan içindeki anlamlı gelişmeleri anında programa alabilmelidir. Fakat bu programa alınacak unsurların çok anlamlı karakteri ile sağlanacak bir özellik değildir. Tam tersi program bir yandan genel çerçeve özelliği taşırken diğer yandan, belirlediğini kesin ve çok anlamlılıktan uzak bir biçimde orta koymalıdır ki yanlışlanabilir özellikte olsun. Öte yandan yeni program ortaya konurken bunun yaşama geçebilmesi için uygun koşulların ne olduğu; hangi koşullarda yaşama geçmesinin de mümkün olmadığı da ortaya konmalıdır. (Milli Eğitim Bakanlığı öncülüğünde son yıllarda girişilen program düzenlemelerin en önemli eksiklerinden biri de bizce budur.)
Thomas Khun, Popper’in ileri sürdüğü türde dışarıdan bir yanlışlama ile bir paradigmanın çökeceğini kabul etmez. Paradigma dışından gelen eleştiriler, o paradigmanın kendi alanı içinde gerçekliğini koruduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü her paradigma farklı ve kendine özgü bir tarihsel, sosyal, psikolojik, kültürel ve eğitimsel bir geleneğin ürünüdür. Böyle bir gelenek içinde yer alan topluluğun üyeleri aynı uyaranlara karşı ister istemez aynı tepkileri vereceklerdir; çünkü benzer uyaranlar karşısında nasıl tepkide bulunabileceklerini bir önceki üyelerden öğrenmiş durumdadırlar. Bu nedenle bir kuramın diğerine üstünlüğü ile ilgili bir savın bir tartışmada kanıtlanmasına olanak yoktur. Bir kuramın herhangi bir kuramdan daha doğru olması gibi bir zorunluluk da yoktur. Kuram son tahlilde kişisel ve öznel nedenlerle seçilir. Farklı kuramların tarafları, farklı dil-kültür topluluklarının üyeleri gibidirler.
Popper’e göre bir kuramı yanlışlarken kuramın kendi içinde tarihsel ve psikolojik tutarlılığa sahip olup olmadığına bakılmaz; kuramı yanlışlayabilecek her türlü aykırılıktan yararlanılabilir. Khun ise bir paradigmaya bağlı bilim adamlarının her aykırılık karşısında, ellerindeki kuramı savunacaklarını öne sürer. Paradigmanın terk edilebilmesi için ortaya çıkan aykırılıkların paradigma içinde çözülemeyecek kadar çetin olması; paradigma içinde çözülemeyecek kadar çetin bir bunalım yaratması gerekir. Ancak o zaman yeni kuram arayışları başlayacaktır. Bu durumda ortaya çıkacak olan ise, bilimsel devrimdir.
Burada, başlangıçta yenilik peşinde koşulmadığı halde, paradigmaya sımsıkı bağlı olunduğu halde yine de yeniliğin ortaya çıktığı çelişkili bir mekanizma söz konusudur. Bir aykırılık karşısında paradigma içinde ortaya çıkacak karışıklığı önlemek amacına dönük alınan önlemler; belki kısa vadede karışıklığı önlüyor gibi görünmekle birlikte, uzun vadede karışıklığı arttıran bir rol oynamaktadırlar. Sonuçta düşünce sistemi içinde karışıklık (entropi) o düzeye çıkar ki paradigma eskisi gibi varlığını sürdüremez olur. Artık kendini yeniden tanımlamak zorundadır. İşte bilimsel devrimlerin ortaya çıkış biçimi budur.
Khun’nun yaklaşımı, bir kavramsal sistemin nasıl değiştiğinin, nasıl dönüştüğünün mekanizmasını vermesi bakımından son derece önemlidir. Biz düşüncemizi, programımızı birileri öyle istediği için değil; sonuçta yaşama yeniden bağlanmak için zorunlu olduğumuz için değiştiririz. Bu düşünceden çıkarılması gereken en önemli ders şu olmalıdır: bir programı diğer programlarla karşılaştırarak yargılamanın anlamlı hiçbir yanı yoktur. Çünkü her programı ortaya çıkaran sosyal, pisikolojik, bilişsel koşullar farklıdır. Anlamlı olan bir programı aynası olduğu süreç ile (yaşam ile) ilişkisi içinde değerlendirmektir.
Paul K. Feyarebent Popper ve Khun arasında bir yerde yer alır. Feyarebent dünyayı keşfetmemizde bize yardımcı olabilecek her yerde ve her zaman geçerli bir “bilimsel bilgi”nin varlığına karşı çıkar. Ona göre her kültür, her ulus kendi özel gereksinimlerini karşılayacak bir bilim kurabilir.Bir tek kuramın varlığı eleştiri gücünü zedeler. Ona göre ilerlemeyi engellemeyen tek ilke şudur: “Ne olsa gider.” Bilimin karşıt görüşlere ihtiyacı vardır. Bilim ancak zıddına indiksiyonla ileri götürülebilir. Öyleyse ne kadar fazla kuram, ne kadar fazla yöntem olursa o kadar iyidir. Feyerabent’e göre “ne denli saçma ya da eski olursa olsun bilgilerimizi geliştiremeyecek bir düşünce yoktur. Bir kuramın alanındaki kimi olgularla uyuşmaması onun hemen yanlışlandığı anlamına gelmez. Gerçekte hiçbir kuram alanındaki tüm olgularla bütünüyle uyuşmaz. Olgular eski ideolojiler tarafından biçimlenir; olgularla kavramlar arasındaki çatışma, ancak ilerlemenin bir kanıtı olabilir. Feyerabent evrensel bir akıl olamayacağını, akıl dışının da tümüyle dışlanamayacağını savunur. “Bilim insan tarafından geliştirilmiş düşüncenin pek çok biçiminden biridir. En iyisi olmak zorunda (da) değildir. İdeolojilerin kabul ya da reddi bireye bırakılmalıdır.”
Feyerabent’in düşünce Polyana iyimserliği okunabilir, bir Mevlana kabulü bulunabilir; ancak diğer yandan düşünceleri bir o kadar da geleneksel yaklaşımın dışında yer alır ve yıkıcıdır. Fakat son derece yıkıcı görünen bu düşünce 20. yüz yılın ikinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan postmodernist anlayışın oluşmasında çok önemli rol oynamıştır.
Kuantum Teorisinde önemli bir köşe taşı Werner Heisenberg’in “Belirsizlik Yasası”dır. Heisenberg 1925 yılında mikroskopik parçacığın momentumu (kütle X hız) ve konumunu (yerini) aynı anda belirleyecek bir ölçme aracı ve yönteminin geliştirilemeyeceğini kanıtladı. Bu, namludan çıkan bir kurşunun namludan çıktığı anda, hem konumunun hem de momentumunun aynı anda belirlenemeyeceği anlamına geliyordu. Bu bulguyu, program dili ile şöyle özetleyebiliriz: Yaşanan gerçekliği tam da yaşandığı anda (yaşananın ortaya çıktığı anda) yaşandığı biçimiyle saptayacak bir programın önsel olarak ortaya konması mümkün değildir. Daha doğrusu bir programın yaşanacak olanı belirleme iddiası önsel olarak ispatlanabilecek bir olgu değildir. Bu iddia yanıt ancak yaşanacak olanın yaşanması ile verilebilir ki bunun adı da değerlendirmedir.
Heisenberg’in bu önermesi ile kuram çok daha önemli hale gelir. Çünkü gözleme işinin kendisinin de gözlenen şeye dışarıdan bir müdahale olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Kuantum kuramı, istenilen ölçme sonucunu alabilmek, sistemin ölçüm kümesinin hazırlanması için istatistiksel; ölçme işlemi için ise olasılıklı bir yaklaşım önerir.Kuantum kuramı, yaşanacak olana ilişkin olasılıklı yaklaşımını belirlemek için sürecin rast geleliğini gerçeğe uygun bir biçimde saptamaya çalışır. Kuantum kuramına göre, düşündüğümüzü gerçekleştirme şansımızın mümkün olduğu kadar yüksek olması; tümüyle seçeceğimiz istatistiksel sistemin rastlantısal özelliğine bağlıdır; yaşamın determinist olarak algıladığımız yapısına değil.
Acaba mikroskobik dünyada keşfedilen tekinsizlik (düzensizlik), süreksizlik, rastlantısallık; bizim makro dünyaya ilişkin bilgilerimize kuşkuyla bakmamıza mı neden olmalıdır? Makro dünya bir genellemedir. Genelleme de ayrıntılar ortadan kalkar; belirsizlikler belirli kalın çizgiler, algıladığımız şeyler haline gelir. (Ancak bu, diğer yandan ayrıntıların -mikroskobik dünyada- geçekte olmadığı anlamına gelmez.) Algıladığımız şeyler, yaşamın olağanüstü zenginliği içinde oluşturduğumuz sistemlerle yakından ilişkilidir. Öyleyse yaşamın zenginleşmesi yolunda kullanabildiğimiz sürece bilgilerimize bağlı kalacağız. Bu bilgilerimizin varoluşumuzu sürdürebilmenin yegane güvencesi olduğunu bileceğiz.
Jaques Monod’un “biyolojik sistemin molekülsel kuramının özünü elde etme yolunda bir girişim” olarak sunduğu kitabı “Rastlantı ve Zorunluluk”’ta ortaya koyduğu felsefi çıkarımlar konumuz açısından son derece önemlidir. Monod’a göre her organizma, tutarlı ve bütünleşmiş işlevsel bir birim oluşturan, kendi kendini yapan canlı bir makinedir. Bu canlı yapının, türün özniteliksel değişmezliğinin içeriğini kuşaktan kuşağa aktaran teleonomik bir yapısı vardır. Bilişiyi kuşaktan kuşağa aktaran bu teleonomik yapı, canlının “yeniden üretici değişmezliği”ne sıkı sıkıya bağlıdır. Burada “Sistemin tutucu, değişime karşı çıkan yapısına rağmen, değişimi mümkün kılan mekanizma nasıl ortaya çıkıyor?”sorusu anlamlıdır. Evrim yasasının ortaya çıkardığı sonuç şudur: önsel olarak hiçbir program yokken yaşam yalnızca bir kez ortaya çıkmış, yüz milyarlarca süren bir evrim sonucu bugünkü zenginliğine ulaşmıştır. Bunu sağlayan da dirim yuvarındaki evrimin, zaman içinde bir yön belirleyen tersinmez bir olay oluşudur.
Monod’a göre gerçek bilginin tek kaynağı mantıkla deneyin sistematik karşılaşmasıdır. Bir düşüncenin edim değeri onu kabul eden bireye ya da topluluğa getirdiği davranış değişikliğine bağlıdır. Bilgi töresi kendini insana kabul ettirmez. İnsan her söyleminin ya da her eyleminin gerçekliğe uygunluğunu saptayabilmek için onu araç olarak kullanır. Bilgi töresi kavramının içine şunlar girer: gerçeğe uygun söylem, gerçeğe uygun davranım, tutkuların ve biyolojik varlığın sınırlarını bilme, biyolojik insanın kalıta duyduğu saygı, onu olduğu gibi kabul etme.
İnsan doğrunun kaynağını ve töresini bilginin kaynaklarında aramalıdır. Tabi burada bilginin töresinin de bir değer yargısı halinde ortaya çıktığında gerçek bilgi ile karışması nasıl önlenecek sorusunu sormak gerekir. Öte yandan programın pratik değerinin onu yaşayacak topluluğa getireceği davranış değişikliğinde ortaya çıkacağını bilmek de bir programcı için son derece önemlidir.
SONUÇBilgi felsefesi içinde “Yaşamı dönüştürmeye kaynaklık eden düşünceyi (programı) belirlerken temele alınacak bilgi, yöntem nedir; bu bilginin kaynağını zihinde mi yoksa deneyde mi aramak gerekir?” sorusu en can alıcı sorulardan biridir. Yirminci yüz yılda bu can alıcı sorulara yanıt aranırken, sorunun daha da karmaşık bir hale geldiği; yanıt aranması gereken yeni sorunlar ortaya çıktığı söylenebilir. Fakat yine de bu köklü sorun alanında çok önemli ilerlemeler kaydedildiğini kabul etmek durumundayız. Tartışmalar içinde ortaya çıkan en önemli olgu, kuşkusuz, yaşamı dönüştürme de insanın öznel yaklaşımının öneminin fark edilmesi ile ilgilidir.
Deneye dayanmayan zihinsel bir edimin pratik yaşam içinde geçerliliğini kanıtlaması mümkün değildir. Ama diğer yandan zihinsel bir öncelikten beslenmeyen bir deneyin bırakın başarıya ulaşmasını gerçekleşmesinin bile mümkün olmadığını görmek gerekir.
Günümüzde bilgiye yönelişin karmaşık doğası bilimsel teknolojik gelişmeye yön veren insan düşüncesini ve eylemini dolaysız bir biçimde etkilemektedir. Bu süreçte klasik anlamda idealist ve materyalist düşünce biçimlerinin bilgi üretimindeki paylarının giderek azaldığı ileri sürülebilir.
Diğer yandan kuantum teorisi, kalıtım yasası, paradigma kuramı, Popper’in yanlışlamacı yaklaşımı gibi bir takım düşünsel katkıların; yaşamın düzesiz, rastlantısal, önceden tümüyle kestirilemeyen doğasını ortaya çıkarma bakımından son derece etkili ve ikna edici olduklarını da kabul etmek gerekir.
Determinist, idealist, neden sonuç ilişkisine dayalı doğrusal çıkarımlar eski önemlerini, geçerliliklerini yitirirken; süreci karmaşıklığı içinde olduğu gibi kavramaya dayalı, olasılıklı, istatistiksel çok boyutlu yaklaşımlar önem kazanmaya başlamıştır. Öte yandan yaşamın mevcut karmaşıklığını göz önünde tutarak, yaşama müdahale edecek insanın öznel yaklaşımını nasıl organize edeceği, yani programını nasıl oluşturacağı daha bir önemli hale gelmiştir. İnsanın gelişen, genleşen, zenginleşen yaşamın öznesi olduğu gerçeği çok daha belirgin, çok daha çarpıcı bir biçimde öne çıkmıştır. Aynı zamanda insan için bu, reddedemeyeceği, görmezden gelemeyeceği ağır bir sorumluluktur.
Yaşamın olasılıklı, rastlantısal doğasına insanın yerinde ve doğru müdahale edebilmesi; son çözümlemede kendi öznelliği çerçevesinde oluşturduğu istatistiksel modellerin (programların) nasıl bir yeterlilikte, nasıl bir işlevsellikte ve esneklikte oluşturabildiğine bağlıdır. İnsan yaşanacağa doğru müdahale edebilmek için yaşananın içinden doğru bir seçme, geçerli olanı ortaya çıkaracak istatistiksel bir seçme yapmak; istatiksel modelini (programını) belirlemek durumundadır.
Kuramın içinde bilimsel olan ile olmayan birlikte bulunur. Çünkü her kuram bir hipotez içerir. Hipotezi yaşamın doğrulayıp doğrulamayacağı yaşanacak olan yaşanmadan bilinemez. Dolayısı ile program ürün boyutunda bir tasarı olmak durumundadır. Yani ürün boyutunda program sadece bir “iddia”dır. İddianın ne ölçüde gerçekliğe dönüşeceği, uygulamada açığa çıkacaktır. Program yaşam içinde gerçekliğe dönüştüğü oranda başarılı olacak, dönüşemediği oranda da değiştirme gereği ortaya çıkacaktır. Program yaşamın aynasıdır. Yaşamı bir adım geriden takip eder, fakat onunla birlikte değişmek, gelişmek durumundadır. Bu nedenle olmuş bitmiş bir programdan söz edilemez. Program alanı yaşam devam ettiği sürece yaşamla birlikte gelişecek bir çalışma alanıdır.
Bu nedenle programın hayata geçebilecek, hayatı kucaklayabilecek işlevsellikte ve esneklikte olması; gerçek anlamda hayattan ne ölçüde beslenebildiğine bağlıdır. Program hayattan beslenebildiği ölçüde kendini yenileyebilecek, kendini geliştirebilecektir. Öyleyse yaşama geçme yeteneğine sahip bir program tabi ki program mühendislerinin öncülüğünde, fakat programı yaşayacak bütün tarafların katkısı ile ve onayıyla oluşturulabilecek bir programdır.
Bu programın adını ister anayasa koyun, isterseniz Milli Eğitim Programı, ister ders programı; çağdaş program oluşturma ve geliştirme yöntemi budur. Verili bir andaki yaşam için oluşacak bir program, eğer gerçekten yaşanacağı belirleme iddiasına sahip olacaksa; o yaşamın düzeyine uygun demokratik bir mekanizma içersinde üretilmek, ve işletilmek durumundadır.
Türkiye’de bilim yaşamında, eğitim düşüncesinde pozitivizmin Neopozitivizmin etkisi yadsınamaz. Hala üniversitelerde bir birini tekrar eden araştırma programlarına bakarak, bilimsel yayınların bir birine benzerliğine bakarak bunu görebilirsiniz. Eğitim sisteminde program anlayışında da bu güne kadar hakim olan düşünce bu olmuştur. En “bilimsel”, “en iyi” olan bir kere ortaya çıkarıldı mı; bütün yöneticilerin, müfettişlerin, öğretmenlerin yapması gereken: “en iyiyi” en iyi bir biçimde tekrarlamak, hayata geçirmek.
Düne kadar öğretmenlerin yukarıda hazırlanan bir reçeteyi yıllık plan, günlük plan adları altında yapılacaklar listesi halinde müdürün onayına sunması Milli Eğitim Sisteminde gelenek haline gelmişti. Bu gün programlar yenilendi, öğretmenlerin her gün yapılacaklar listesi hazırlama zorunluluğu ortadan kaldırıldı. Bu, yeni yaklaşım içinde, bir çeşit “programa hayır” kampanyası haline getirildi. Bunun yerini yukarıdan belirlenmiş kılavuz kitapçıklar aldı. Artık öğretmenden gün içinde yapacaklarını kılavuz kitapçıktan seçmesi isteniyor. Aslında özde değişen yine bir şey yok. Yine “en iyi”, en bilimsel olan yukarıda belirleniyor. Öğretmenlerden “en bilimsel” olanı en iyi biçimde hayata geçirmeleri isteniyor. Farklı olan klasik neopozitivist bu yöntemin, “yapılandırmacı” adı verilen bir yaklaşımla sunulması.
Oysa gerçekten “yapılandırmacı” bir anlayışla hareket edilecekse yapılması gereken, her öğretmeni birer “programcı” hale getirmek olmalıdır. Bu güne kadar plan kavramı öğretmene, müdürün onayına sunulacak “yapılacaklar listesi” olarak verildi. Bu yüzden plan öğretmen için giderek fuzuli bir iş, bir angarya haline geldi. Şimdi artık öğretmen müdürün onayına sunacağı böyle bir belgeyi hazırlamak zorunda değil. Öğretmenin kafasından, hayatından plan-program kavramını çıkarmak için bundan daha iyi bir yol bulunamazdı herhalde.
Oysa öğretmenimiz plan-program kavramının sadece günlük yapılacaklar listesi hazırlamaktan ibaret olmadığını anlamalı. Program sürekli bir çalışma alanıdır. Programlı çalışma bir yaşam biçimidir. Programın, zamanın ve enerjinin daha ekonomik kullanılabilmesi için öğrencinin durumunun, okul ve sınıfın olanaklarının, eldeki bilgi ve deneyimin göz önünde tutularak; konu alanı kapsamında sınıf içinde yaşanacak olanı önsel olarak hazırlamak demek olduğunu öğretmen algılamalı; ve yukarıdan ne söylenirse söylensin, önüne ne konarsa konsun bu işin kendi işi olduğunu, başkasına havale edemeyeceğini bilmelidir.
Milli Eğitim Bakanlığı yeni uygulamaya koyduğu “Öğrenci Merkezli Eğitim Uygulama Modeli” içinde klasik-mekanik Neopozitivist çizgiden uzak, yeni bir anlayışla hareket edildiği mesajları veriyor. Fakat yakından bakıldığında özde kullanılan yöntemlerin eskisinden çok da farklı olmadığı görülebilir. Öğretmen uygulamaya konan yeni sistemde aktif bir rol üstlenmedikçe, eğitimin-öğretimin yeniden yapılandırılabileceğini ummak boş hayaldir.
Öğretmene “en iyiyi biz hazırladık, al; senin görevin, doğruluğuna önsel olarak inanarak, sorgulamadan bunu hayata geçir.” derseniz; kendi kendinizle ters düşersiniz. Yaptığınız olumlu şeyler de boşa gider. Nasıl öğretmenden, öğrencinin bilgiyi yeniden yapılandırması için sınıf ortamını en iyi bir biçimde hazırlamasını istiyorsak; eğitim sisteminde öğretmenin sınıf ortamını amaca dönük yeniden yapılandırabilmesi için kendi misyonunu belirlemesine, kendi programını oluşturmasına fırsat vermeliyiz. Dahası öğretmene bunu uygulayabileceği koşulları sunacak şekilde eğitim sistemini yeniden düzenlemeliyiz.
Bunun yönetim boyutu var, denetim boyutu var, rehberlik boyutu var, hizmet içi eğitim boyutu var. Tüm bu boyutlarda sistemi, yöneticinin ve öğretmenin liderlik fonksiyonlarını öne çıkacak şekilde -kendi programını kendi yapabilecek yetkinliğe ulaşacak şekilde- yeniden yapılandırmayı göze almak zorundayız.
Önümüzdeki süreçte üzerinde çalışılması gereken asıl sorun alanı budur.
KAYNAKLAR
Akarsu,Bedia. Çağdaş Felsefe Akımları. İstanbul: M.E.B. 1979.
Aksan,Orhan Doğan. Dil Anlam Sözcük, -Türk Dili Edebiyatı Lisans Tamamlama Programı-Eskişehir: Anadolu ün. Yay.1991.
Akyüz, Hüseyin Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1991.
Feyarabent, Paul K. Yönteme Hayır –Bir Anarşist Bilgi Kuramının Anahatları- İstanbul:
Jaques Monod. Rastlantı ve Zorunluluk (Ankara: Dost Kitap evi, 1983) ss.23,56
Khun, Thomas S. Bilimsel Devrimlerin Yapısı. İstanbul: Alan Yay.,1991.
Monod, Jaques. Rastlantı ve Zorunluluk Ankara: Dost Kitap evi, 1983.
Nilüfer Kuyaş, Bilimsel Devrimlerin Yapısı (önsöz), İstanbul: Alan Yayıncılık,1991.
Tematik Larousse, 4. Cilt, İstanbul: Say Yayınları,1994.
Pagels,Heinz R. Kozmik Kod-Doğanın Dili/Kuantum Fiziği-İstanbul:Sarmal Yay.,1993.
Poper, Karl. Açık Toplum ve Düşmanları. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
Ströker, Elisabet. Bilim Kuramına Giriş. Çeviren: Doğan Özlem İstanbul: Ara Yayınları, 1990.
Türkdoğan,Orhan.Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi. İstanbul: M.E.B. 1989.
[*] Bu yazı abece dergisinin 243. sayısında yayınlanmıştır (kasım 2006).